XXI. YÜZYILIN SOSYALİZMİNİ İNŞA ETMEK
Reel Sosyalizmin Dünyaya Etkisi
I. Paylaşım Savaşı sonrası Dünya’nın %10’u
emperyalizme karşı ayaklanmıştır. Emperyalist-kapitalist ekonomi nicelik olarak
dünyaya hâkimdir. II. Paylaşım Savaşı sonrası ise Sosyalist ve
sömürme-sömürülme ilişkisinden bağımsız ülkeler dünyaya hâkim olmuşlardır.
Tarih
|
Sosyalist
|
Bağımsız
|
Sömürge
|
Emperyalist
|
1914-1939
|
%8
|
%2
|
%33
|
%90
|
1939-1955
|
%35
|
%26
|
%7
|
%39
|
1955-1975
|
%35
|
%32
|
%1
|
%32
|
I. Paylaşım Savaşı öncesi gelişmiş
emperyalist-kapitalist devletler; çökmeye yüz tutmuş İmparatorluklar ve onların
nüfuzu altındaki coğrafyaya göz dikmiştir. O döneme dek dünyanın %100’ü
sömürme-sömürülme ilişkileri içerisinde olduğu için; imparatorlukları devirerek
büyük payı kendilerine almak istemişlerdir.
Krizi yaratan emperyalistler Batı’dan (Kuzey Amerika
ve Batı Avrupa) doğudaki krizli topraklar için savaşmışlardır. Bu süreçte
krizin beşiği olan doğudaki bir imparatorlukta yaşanan bir gelişme (Ekim Devrimi)
dünyanın kaderini değiştirmiş, o güne dek savaşlar, sömürme-sömürülme
ilişkilerinin hâkim olduğu dünyaya bir umut ışığı olmuştur.
II. Paylaşım Savaşı sonrası sömürgeci devletlerin
dünyanın %39’luk kesimine sıkışmış olmaları; devletlerarası açık işgallerin
olacağı geniş çaplı savaşlar verilmesinden caydırmıştır. Emperyalist devletler
açık işgaller yerine gizli işgal biçimleri ile ülkelere hâkim olmuşlar,
çıkarlarını açıkça tehdit etmedikçe açık işgal biçimlerine gerek
duymamışlardır. Olası bir III. Paylaşım savaşında; devletlerin dünya üzerindeki
yaşamı yok edecek güçte silahlara sahip olması ve bir sonraki krizli bölgenin
tamamen emperyalistlerin kontrolünden çıkması ihtimali emperyalist-kapitalist
sömürgeci devletler için en önemli tehdit halini almıştır.
Sömürgecilerin temsilcisi, Emperyalist Batı’nın
jandarması ABD ile sömürülenlerin temsilcisi, Sosyalist Doğu’nun koruyucusu
SSCB arasında soğuk savaş bu şartlar altında başlamıştır.
Emperyalist Batı ve Sosyalist Doğu; savaşların
yaşandığı krizli bölgelerde birebir karşılaşmasalar da savaşan taraflardan
kendilerine yakın olanı destekleyerek dengeyi kendi lehlerine bozmaya
çabalamışlardır. Ancak 1989 yılında SSCB’nin dağılmasıyla ABD hükmen galip
gelmiş (Almanya yenildiği için) sosyalist sistem de yenilmiş sayılmıştır.
Kuzey-Güney Esprisi
Reel-sosyalizmin SSCB nezdinde çöküşü, nihai
çelişkileri (emek-sermaye çelişkisini) çözmemiş, aksine sermaye cephesinin
elini güçlendirmiştir. Eski sosyalist devletler (Çin Halk Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği) kapitalist sistemin hâkimiyeti
ile birlikte, yeni birer emperyalist güç olarak sömürenler safında yerini
almıştır. Artık dünya sömürgeci batı ve sömürülen doğu biçiminde değil;
sömürgeci kuzey ve sömürülen güney biçiminde yeniden şekillenmiştir.
1989’dan 2011’e dek ABD, reel sosyalizmin desteğini
yitiren Bağımsız devletleri (Yugoslavya, Afganistan, Irak, Mısır, Libya, Tunus)
yeni sömürgeleri haline getirmiş, militarist ekonomiye dayalı gücünü dünyaya
göstermiştir. Ancak Doğu Avrupa, Ukrayna ve Gürcistan’da Rusya’nın açık
müdahaleleri ile duraklama evresine girmiştir. Bugün ABD, Suriye’de de
gözlemlenebileceği üzere eski gücünü, kudretini ve rakipsizliğini yitirmiştir.
Artık Rusya, Çin, İran gibi diğer aktörler, ABD’nin ipini çekebilecek güçte
olduklarını ispatlamışlardır. Yine AB ve Hindistan’ın (teknolojik-askeri)
atılımları ABD’yi dar bir alana hapsetmiştir.
Bugün Güney Amerika (Meksika dâhil), Afrika, Ortadoğu
ve Güney-Doğu Asya, Kuzey-Batı, Güney ve Doğu Avrupa; “Güney” olarak
adlandırdığımız sömürge kuşağını temsil etmektedir. Daha da spesifik olarak
tanımlamak gerekirse Ortadoğu emperyalist-kapitalist sömürgeci devletlerin
çıkarlarının açıkça çakıştığı; açık işgal ve savaşlardan çekinmedikleri yeni
krizli bölgedir.
Yukarıda verdiğim tablo, reel sosyalizmin çöküşünün
öncesinden bir tabloydu ve o dönem sadece insanların yaşayabildiği coğrafyanın
yüzdesi üzerinden sistemlerin karşılaştırılması yapılıyor ve kapitalizmin
kaçacak yerinin olmayışı anlatılmaya çalışılıyordu.
2015 yılını ele alacak olursak; o günkü oranlarla bu
günkü oranlar arasında çok ciddi farklar vardır. Bir kere insanlık, sahip
olduğu teknoloji ve onunla bağlantılı gelişen iletişim sayesinde çok büyük yol
kat etmiş. Emperyalistler yalnızca yaşanılabilir toprak parçalarını değil;
yabanıl hayatın hâkim olduğu kara parçaları, denizleri, buzulları ve hatta
yakın uzayı sömürebilir güce erişmişlerdir.
İlk paylaşım savaşı öncesi
insanlığın kullanabildiği coğrafya ile bugünü kıyaslayacak olursak; bu oran
%300’den fazla artmıştır. Teknolojinin ve bilgiye erişimin artması ile “Bilgi
Çağı” adı verilen yeni bir çağ başlamış; bu çağda bilgi geçmişte olduğu gibi 1,
2, 3, 4… biçiminde aritmetik değil 1, 2, 4, 8, 16, 32… biçiminde asimetrik
artmaktadır. Bilginin hızı ve teknolojinin gücü o denli artmıştır ki
emperyalist-kapitalist sömürgeci devletler ve artık onlara da sahip olacak güce
erişmiş tekelleşmiş sermaye grupları; iletişim kanallarını zapturapt altına
alarak bu akışı kontrol altında tutmaya çabalamaktadırlar.
Sık karşılaşılan bir soru olarak:
“XXI.
Yüzyılda Neyin Sosyalizmi?”
Peki, bizler, yani komünistler, yani aklı vicdanı ile
buluşturup bu sömürü düzeninin böyle devam ettiği takdirde insanlığın bir kısmı
için refah ve konfor sürerken; geriye kalan büyük bir çoğunluğun barbarlık
içerisinde yaşamasını kabul etmeyen, “başka bir dünya mümkün” düşüncesine her
fırsatta gem vurmaya çalışan gerici kafaların “sosyalizm çöktü, geri dönüşü
imkansız” söylemlerine karşı “gerçekçi ol imkansızı iste” şiarıyla hareket eden
bizler; bilginin, bilimin, teknolojinin bu kadar gelişmesine rağmen neden hala
bizlerden yüz-iki yüz yıl önce yaşamış Marx, Engels ve Lenin’in söylediklerini
tekrar ediyoruz?
Burjuva felsefesi, sosyolojisi, siyaseti ve ekonomisi okumuşların deyimiyle; her şeyin modernleşmeyi bırakıp post-modern hale büründüğü ve hatta onu da tüketmeye yüz tuttuğu bir dönemde neden değişmeye çabalamıyoruz? [1]
Burjuva felsefesi, sosyolojisi, siyaseti ve ekonomisi okumuşların deyimiyle; her şeyin modernleşmeyi bırakıp post-modern hale büründüğü ve hatta onu da tüketmeye yüz tuttuğu bir dönemde neden değişmeye çabalamıyoruz? [1]
Dünyada ana akım düşüncenin; imparatorluk (feodalite) veya ulus devlet (kapitalizm) dışında hiçbir tahayyülünün olmadığı, halkın çoğunluğunu temsil eden bir iktidarın seçkinler (burjuvazi) yahut hanedanlar (aristokrasi) olmaksızın başarılı olamayacağını düşündükleri, ölümden korkar gibi kaostan ve insanlar kendi başına bırakıldığında sonunun hayra çıkmayacağından korkan, insanların en aydınından en cahiline bu iki seçenekten birine destek vermek zorunda olunduğun hissettiği dönemde birçok insan özgür insanların kolektif iradesinin ancak toplumu ve insanlığı huzur ve refaha erdireceğini söyledi…
Bunlardan ikisi (Marx ve Engels) herkesten farklı, eleştirel, akılcı ve vicdanlı bir perspektifle yola çıkıp; insanlığın elbet bir gün bu toplum biçiminde hemfikir olacağını düşünenlerin (Ütopik Sosyalistler) aksine, sınıflı toplumlarda sosyal ve siyasal evrimlerin gerçekleşemeyeceğini; sosyalist toplum biçimine geçebilmenin tek yolunun devrimden geçtiğini ve bu devrimi sonuna kadar götürecek öznenin ancak ve ancak zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan ve toplumun en alt kademesini ve çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı olduğunu vurgulamışlardır.
İşçi sınıfının, bu devrimleri gerçekleştirebilmek ve
insan toplumunun ilerleyişinin önündeki son engel olan sermaye düzenini
(Kapitalizm) nihayete erdirebilmek için ise; bütün ezilenlere karşı
binyıllardır kullanılan örgütlenmiş zor aygıtına (yani devlete) ihtiyacı
olduğunu; bu aygıtı ise sömürenlerin elinden ancak zor kullanarak alabileceğini
dile getirdiler.
İşçi sınıfının nihai zaferi için bugün Marksizm adını
verdiğimiz ekonomi-politik teoriyi ürettiler. Marx ve Engels’ten çok değil
yarım asır sonra başka bir devrimci olan Lenin; İşçi sınıfının öyle kendi
başına örgütlenemeyeceğini ve kendiliğinden bilinçlenemeyeceğini, işçi
sınıfının iradi bir hamle ile iktidarı alabilmesi için kurulacak örgütün de
iradi bir biçimde örgütlenmesi gerektiğini dile getirdi. Marx ve Engels’in
anlatıları, Lenin’in Bolşevik örgütlenmesi ile hayat buldu.
Bolşevik örgüt az kalsın dünyanın ve insanlığın
kaderini değiştirecekti ki; savaşlar ve rekabet yüzünden sönümlenmek bilmeyen
unsurlar devrimci atılımları önce geriletti, sonrasında ise bir karşı devrim
süreci başlattı. Sonuç olarak karşı devrim sürece hâkim oldu ve tam berabere
kaldık durum 1:1 oldu derken sömürenler 2:0 öne geçti.
İlk iki bölümdeki anlatıyı özetleyecek olursak; reel
sosyalizmin umut vadettiği 73 yıllık bir sürecin ardından
emperyalist-kapitalist ekonomi ile sömürme-sömürülme ilişkileri yeniden
sistemin %99’una yakın bir kısmına hakim hale gelmiştir ve hatta dünyanın
dışında sömürecek yeni alanların keşfine çıkmıştır. Sosyalizm nicel olarak
(sömürülebilir alanın genişlemesiyle %1’in bile altında dersek yanlış olmaz
herhalde) ilk paylaşım savaşı öncesindeki noktasına geri dönmüştür diyebiliriz.
Ancak bu bizi hiç kaygılandırmıyor, kaygılandırmamalı da!
Komünist mücadele, yani insanlığın insan kalabilme
mücadelesi nicel olarak en başa dönmüş olabilir; ancak bize bıraktığı büyük bir
kültür, içerisinden ders çıkarılacak uzun bir tarih vardır. Sömürme ve sömürülme
ilişkileri; biçim değiştirmiş (nicelik olarak artmış) olabilir; ancak nitelik
olarak hiçbir şey değişmedi. Ve en önemlisi İşçi sınıfı; azalmadı, eksilmedi ve
her geçen gün artmaya devam ediyor. [2]
Bugün burjuva ekonomistler dahi; “orta sınıf” olarak adlandırdıkları “Yeni İşçi
Sınıfı”nın yok oluşunu kabullenmek zorunda kalmaktadır.
Bu şartlar altında hangi aklı selim insan Marksizm’in
değersizleştiğini, sosyalizmin imkansız olduğunu, işçi sınıfının iktidarı
alabilecek güçte-yeterlilikte olmadığını veya devrimin gereksiz olduğunu
söyleyebilir ki?
XXI. Yüzyılın Sosyalizmini İnşa Etmek…
Bize umut verecek somut bir örnek mi lazım? Mesela
sosyalist sistemin işlediği veya böylesi bir yaşamın mümkün olduğunu gösteren
örnek bir ülke?
Lenin Bolşevik bir örgütlenmenin çatısı altında bir
araya gelmiş bir avuç devrimci ile yola çıktığında da; milyonlarca
kilometrekare toprağa yayılmış, milyonlarca farklı inanç ve ulustan insanlara
göstereceği somut bir örnek yoktu. Dünyanın hiçbir yerinde sosyalist bir
coğrafya yokken, üstelik yaşanmış en yakın örnek olan Paris Komünü (18 Mart-28
Mayıs 1871) başarısız olmuşken, dünya üzerindeki Marksistlerin %90’ı oportünist
fikirlerin peşinden giderken[3],
devrim yapmayı hedefledikleri ülkede kendine Marksist diyenlerin yarısı geleneksel-pasifist-oportünist
bir çizgide sınıfın zararına çalışırken[4],
kendine devrimci diyenlerin %90’ı[5]
vurucu gücünün, duyulmuş adının, mücadele geçmişinin, iktidar tarafından açıkça
hedef alınışının sarhoşluğu ve rehavetiyle Bolşevikleri ciddiye almazken; bugün
yaşayan tüm Komünistler için umudun adı olan Ekim Devrimi’ni
gerçekleştirmişlerdi…
Öyle düşmana on defa, yüz defa, bin defa vurarak;
ancak bir vurduğunda on defa zarar görerek değil. Bir defa vurup; değil sadece
devrim yaptıkları ülkede, yankısını tüm dünyada duyurup-hissettirerek ve tüm
ezilenlerin umudu olarak…
Akıl bize “ya sosyalizm-ya barbarlık” derken… Tarih
bize “tek yol devrim” derken… Vicdan bize “ezilenlerin ve insanlığın tek
kurtuluşu” derken… Marksist yöntem “Zafer işçi sınıfı öncülüğünde mücadele eden
ezilenlerin olacak” derken… Dünya üzerinde yaşanmış tüm devrimler ve yaşamış
tüm devrimciler bize yol gösterirken… Tüm göstergeler ezilenlerin her geçen gün
arttığını dile getirirken… Gözleri olan herkes, ezilenler yalnızlaştıkça-azaldıkça-eksildikçe;
ezenlerin daha da saldırganlaştığını kavrarken… Ezilenleri bölmek ve birbirine
düşürmek için savaşlar ve kulaktan dolma düşmanlıklar yaratılırken… Ezilen
sınıftan olan ve ulaşmadığımız her insan; ya kimlik bunalımına düşüp
yalnızlaşır yahut karşı devrim saflarında örgütlenirken… Hepsinden önemlisi; en suskun zamanlarda dahi
insanların ruhu isyan ederken ve kulak kesildiğinizde toplum “artık yeter”
sözlerini haykırırken bu coğrafyanın devrimcileri; kendilerini motive etmek
için yahut harekete geçmek için daha somut bir şey aramasınlar…
Yunanistan, İspanya yahut dünyanın başka bir
coğrafyasından getirilecek herhangi bir örnek gerekmez; bize bu coğrafyada
yoğrulmuş Marksist-Leninist yöntem yeter…
Mahir Çayan’ın dediği gibi; “Biz Marksizmi, dünya
devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için öğrenmiyoruz. Biz bu günün
Türkiye’sinde devrim yapmak için öğreniyoruz”[6]… Hangi yüzyılda yaşıyor olursak
olalım; emperyalist-kapitalizmin hâkim olduğu bir dünyayı Marksist yöntemle
okur, Leninist yöntemle müdahale ederiz…
Alacak-verecek çoğaldı, yarına olan mücadele borcumuzu
ödemenin vaktidir; görev bir an önce Marksist külliyatı kavrayıp sağlam
adımlarla harekete geçmektir.
Genç Çayanist
[Grafik: 1]
[1] Ki bir takım “Marksistler” çağa ayak uydurabilme kaygısıyla “post-Marksizm” adı altında ucube fikirler ortaya atmadılar değil. Biz Marksizm’in gelişmesine elbette karşı değiliz, Marksizm elbette ki kendini geliştirmeye devam edecektir; ancak Marksizm’in başına-sonuna bir şey ekleyecek kadar değişebilmesi için
1. İnsanlığın Kapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldırması ile birlikte başlayan sönümlenme sürecinin tüm dünyada hakim olması
*Kapitalizmin insanın doğasında yarattığı tahribatın ortadan kalkması...
2. insanın sırtındaki son kene, son kambur olan devletin sönümlenerek özgür insanın var olması gerekmektedir.
O güne dek insanlar, toplumun en alt tabakasında yer alan ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçi sınıfının ideolojisinin öncülüğünde; sömürenlerin elindeki mevcut devlet mekanizmasını ele geçirmek, iktidarı sömürülenlere kazandırarak devletin tarihsel misyonunu değiştirmek, sömürenleri baskı altında tutacakları Proletarya Demokrasisini (yani gerçekten çoğunluğun demokrasisini) sürdürecek, mevcut sömürücü kalıntıları ortadan kaldırana dek uzun bir sönümlenme süreciyle bürokrasi ve düzenli ordu gibi aygıtları da ortadan kaldırarak insanlığı gerçek özgürlüğe kavuşturana dek Marksizme en orijinal haliyle (derinleştirip zenginleştirmek şartıyla) ihtiyaç duyacaklardır.
[2] Marksizm “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” diye tanımlarken;
fiziksel, gözle görülür, elle tutulur zincirleri kastetmiyor elbette… Gözle
görülmeyen zincirlerle, mesela ceplerindeki kredi kartlarıyla, borçlarıyla ve
de zorunluluklarıyla sisteme bağlı, bir bankadan maaş alıp öbür bankaya borcunu
yatıran, ayın geriye kalan günlerini ise borçlanarak geçirmek zorunda kalan,
özetle; çalışmadan yaşayamayacak olan kesimi kastediyor tam da…
[3] II. Enternasyonal kafası…
[4] Menşevikler, Sosyal-Devrimciler vs…