Aktif Okuyucular

XXI. Yüzyılın Sosyalizmini İnşa Etmek

XXI. YÜZYILIN SOSYALİZMİNİ İNŞA ETMEK


Reel Sosyalizmin Dünyaya Etkisi

I. Paylaşım Savaşı sonrası Dünya’nın %10’u emperyalizme karşı ayaklanmıştır. Emperyalist-kapitalist ekonomi nicelik olarak dünyaya hâkimdir. II. Paylaşım Savaşı sonrası ise Sosyalist ve sömürme-sömürülme ilişkisinden bağımsız ülkeler dünyaya hâkim olmuşlardır.

Tarih
Sosyalist
Bağımsız
Sömürge
Emperyalist
1914-1939
%8
%2
%33
%90
1939-1955
%35
%26
%7
%39
1955-1975
%35
%32
%1
%32

I. Paylaşım Savaşı öncesi gelişmiş emperyalist-kapitalist devletler; çökmeye yüz tutmuş İmparatorluklar ve onların nüfuzu altındaki coğrafyaya göz dikmiştir. O döneme dek dünyanın %100’ü sömürme-sömürülme ilişkileri içerisinde olduğu için; imparatorlukları devirerek büyük payı kendilerine almak istemişlerdir.

Krizi yaratan emperyalistler Batı’dan (Kuzey Amerika ve Batı Avrupa) doğudaki krizli topraklar için savaşmışlardır. Bu süreçte krizin beşiği olan doğudaki bir imparatorlukta yaşanan bir gelişme (Ekim Devrimi) dünyanın kaderini değiştirmiş, o güne dek savaşlar, sömürme-sömürülme ilişkilerinin hâkim olduğu dünyaya bir umut ışığı olmuştur.

II. Paylaşım Savaşı sonrası sömürgeci devletlerin dünyanın %39’luk kesimine sıkışmış olmaları; devletlerarası açık işgallerin olacağı geniş çaplı savaşlar verilmesinden caydırmıştır. Emperyalist devletler açık işgaller yerine gizli işgal biçimleri ile ülkelere hâkim olmuşlar, çıkarlarını açıkça tehdit etmedikçe açık işgal biçimlerine gerek duymamışlardır. Olası bir III. Paylaşım savaşında; devletlerin dünya üzerindeki yaşamı yok edecek güçte silahlara sahip olması ve bir sonraki krizli bölgenin tamamen emperyalistlerin kontrolünden çıkması ihtimali emperyalist-kapitalist sömürgeci devletler için en önemli tehdit halini almıştır.

Sömürgecilerin temsilcisi, Emperyalist Batı’nın jandarması ABD ile sömürülenlerin temsilcisi, Sosyalist Doğu’nun koruyucusu SSCB arasında soğuk savaş bu şartlar altında başlamıştır.

Emperyalist Batı ve Sosyalist Doğu; savaşların yaşandığı krizli bölgelerde birebir karşılaşmasalar da savaşan taraflardan kendilerine yakın olanı destekleyerek dengeyi kendi lehlerine bozmaya çabalamışlardır. Ancak 1989 yılında SSCB’nin dağılmasıyla ABD hükmen galip gelmiş (Almanya yenildiği için) sosyalist sistem de yenilmiş sayılmıştır.

Kuzey-Güney Esprisi

Reel-sosyalizmin SSCB nezdinde çöküşü, nihai çelişkileri (emek-sermaye çelişkisini) çözmemiş, aksine sermaye cephesinin elini güçlendirmiştir. Eski sosyalist devletler (Çin Halk Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği) kapitalist sistemin hâkimiyeti ile birlikte, yeni birer emperyalist güç olarak sömürenler safında yerini almıştır. Artık dünya sömürgeci batı ve sömürülen doğu biçiminde değil; sömürgeci kuzey ve sömürülen güney biçiminde yeniden şekillenmiştir.

1989’dan 2011’e dek ABD, reel sosyalizmin desteğini yitiren Bağımsız devletleri (Yugoslavya, Afganistan, Irak, Mısır, Libya, Tunus) yeni sömürgeleri haline getirmiş, militarist ekonomiye dayalı gücünü dünyaya göstermiştir. Ancak Doğu Avrupa, Ukrayna ve Gürcistan’da Rusya’nın açık müdahaleleri ile duraklama evresine girmiştir. Bugün ABD, Suriye’de de gözlemlenebileceği üzere eski gücünü, kudretini ve rakipsizliğini yitirmiştir. Artık Rusya, Çin, İran gibi diğer aktörler, ABD’nin ipini çekebilecek güçte olduklarını ispatlamışlardır. Yine AB ve Hindistan’ın (teknolojik-askeri) atılımları ABD’yi dar bir alana hapsetmiştir.

Bugün Güney Amerika (Meksika dâhil), Afrika, Ortadoğu ve Güney-Doğu Asya, Kuzey-Batı, Güney ve Doğu Avrupa; “Güney” olarak adlandırdığımız sömürge kuşağını temsil etmektedir. Daha da spesifik olarak tanımlamak gerekirse Ortadoğu emperyalist-kapitalist sömürgeci devletlerin çıkarlarının açıkça çakıştığı; açık işgal ve savaşlardan çekinmedikleri yeni krizli bölgedir.

Yukarıda verdiğim tablo, reel sosyalizmin çöküşünün öncesinden bir tabloydu ve o dönem sadece insanların yaşayabildiği coğrafyanın yüzdesi üzerinden sistemlerin karşılaştırılması yapılıyor ve kapitalizmin kaçacak yerinin olmayışı anlatılmaya çalışılıyordu.

2015 yılını ele alacak olursak; o günkü oranlarla bu günkü oranlar arasında çok ciddi farklar vardır. Bir kere insanlık, sahip olduğu teknoloji ve onunla bağlantılı gelişen iletişim sayesinde çok büyük yol kat etmiş. Emperyalistler yalnızca yaşanılabilir toprak parçalarını değil; yabanıl hayatın hâkim olduğu kara parçaları, denizleri, buzulları ve hatta yakın uzayı sömürebilir güce erişmişlerdir.

İlk paylaşım savaşı öncesi insanlığın kullanabildiği coğrafya ile bugünü kıyaslayacak olursak; bu oran %300’den fazla artmıştır. Teknolojinin ve bilgiye erişimin artması ile “Bilgi Çağı” adı verilen yeni bir çağ başlamış; bu çağda bilgi geçmişte olduğu gibi 1, 2, 3, 4… biçiminde aritmetik değil 1, 2, 4, 8, 16, 32… biçiminde asimetrik artmaktadır. Bilginin hızı ve teknolojinin gücü o denli artmıştır ki emperyalist-kapitalist sömürgeci devletler ve artık onlara da sahip olacak güce erişmiş tekelleşmiş sermaye grupları; iletişim kanallarını zapturapt altına alarak bu akışı kontrol altında tutmaya çabalamaktadırlar.

Sık karşılaşılan bir soru olarak:
“XXI. Yüzyılda Neyin Sosyalizmi?”


Peki, bizler, yani komünistler, yani aklı vicdanı ile buluşturup bu sömürü düzeninin böyle devam ettiği takdirde insanlığın bir kısmı için refah ve konfor sürerken; geriye kalan büyük bir çoğunluğun barbarlık içerisinde yaşamasını kabul etmeyen, “başka bir dünya mümkün” düşüncesine her fırsatta gem vurmaya çalışan gerici kafaların “sosyalizm çöktü, geri dönüşü imkansız” söylemlerine karşı “gerçekçi ol imkansızı iste” şiarıyla hareket eden bizler; bilginin, bilimin, teknolojinin bu kadar gelişmesine rağmen neden hala bizlerden yüz-iki yüz yıl önce yaşamış Marx, Engels ve Lenin’in söylediklerini tekrar ediyoruz?

Burjuva felsefesi, sosyolojisi, siyaseti ve ekonomisi okumuşların deyimiyle; her şeyin modernleşmeyi bırakıp post-modern hale büründüğü ve hatta onu da tüketmeye yüz tuttuğu bir dönemde neden değişmeye çabalamıyoruz? [1]

Dünyada ana akım düşüncenin; imparatorluk (feodalite) veya ulus devlet (kapitalizm) dışında hiçbir tahayyülünün olmadığı, halkın çoğunluğunu temsil eden bir iktidarın seçkinler (burjuvazi) yahut hanedanlar (aristokrasi) olmaksızın başarılı olamayacağını düşündükleri, ölümden korkar gibi kaostan ve insanlar kendi başına bırakıldığında sonunun hayra çıkmayacağından korkan, insanların en aydınından en cahiline bu iki seçenekten birine destek vermek zorunda olunduğun hissettiği dönemde birçok insan özgür insanların kolektif iradesinin ancak toplumu ve insanlığı huzur ve refaha erdireceğini söyledi… 

Bunlardan ikisi (Marx ve Engels) herkesten farklı, eleştirel, akılcı ve vicdanlı bir perspektifle yola çıkıp; insanlığın elbet bir gün bu toplum biçiminde hemfikir olacağını düşünenlerin (Ütopik Sosyalistler) aksine, sınıflı toplumlarda sosyal ve siyasal evrimlerin gerçekleşemeyeceğini; sosyalist toplum biçimine geçebilmenin tek yolunun devrimden geçtiğini ve bu devrimi sonuna kadar götürecek öznenin ancak ve ancak zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan ve toplumun en alt kademesini ve çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı olduğunu vurgulamışlardır.

İşçi sınıfının, bu devrimleri gerçekleştirebilmek ve insan toplumunun ilerleyişinin önündeki son engel olan sermaye düzenini (Kapitalizm) nihayete erdirebilmek için ise; bütün ezilenlere karşı binyıllardır kullanılan örgütlenmiş zor aygıtına (yani devlete) ihtiyacı olduğunu; bu aygıtı ise sömürenlerin elinden ancak zor kullanarak alabileceğini dile getirdiler.

İşçi sınıfının nihai zaferi için bugün Marksizm adını verdiğimiz ekonomi-politik teoriyi ürettiler. Marx ve Engels’ten çok değil yarım asır sonra başka bir devrimci olan Lenin; İşçi sınıfının öyle kendi başına örgütlenemeyeceğini ve kendiliğinden bilinçlenemeyeceğini, işçi sınıfının iradi bir hamle ile iktidarı alabilmesi için kurulacak örgütün de iradi bir biçimde örgütlenmesi gerektiğini dile getirdi. Marx ve Engels’in anlatıları, Lenin’in Bolşevik örgütlenmesi ile hayat buldu.

Bolşevik örgüt az kalsın dünyanın ve insanlığın kaderini değiştirecekti ki; savaşlar ve rekabet yüzünden sönümlenmek bilmeyen unsurlar devrimci atılımları önce geriletti, sonrasında ise bir karşı devrim süreci başlattı. Sonuç olarak karşı devrim sürece hâkim oldu ve tam berabere kaldık durum 1:1 oldu derken sömürenler 2:0 öne geçti.

İlk iki bölümdeki anlatıyı özetleyecek olursak; reel sosyalizmin umut vadettiği 73 yıllık bir sürecin ardından emperyalist-kapitalist ekonomi ile sömürme-sömürülme ilişkileri yeniden sistemin %99’una yakın bir kısmına hakim hale gelmiştir ve hatta dünyanın dışında sömürecek yeni alanların keşfine çıkmıştır. Sosyalizm nicel olarak (sömürülebilir alanın genişlemesiyle %1’in bile altında dersek yanlış olmaz herhalde) ilk paylaşım savaşı öncesindeki noktasına geri dönmüştür diyebiliriz. Ancak bu bizi hiç kaygılandırmıyor, kaygılandırmamalı da!

Komünist mücadele, yani insanlığın insan kalabilme mücadelesi nicel olarak en başa dönmüş olabilir; ancak bize bıraktığı büyük bir kültür, içerisinden ders çıkarılacak uzun bir tarih vardır. Sömürme ve sömürülme ilişkileri; biçim değiştirmiş (nicelik olarak artmış) olabilir; ancak nitelik olarak hiçbir şey değişmedi. Ve en önemlisi İşçi sınıfı; azalmadı, eksilmedi ve her geçen gün artmaya devam ediyor. [2] Bugün burjuva ekonomistler dahi; “orta sınıf” olarak adlandırdıkları “Yeni İşçi Sınıfı”nın yok oluşunu kabullenmek zorunda kalmaktadır.

Bu şartlar altında hangi aklı selim insan Marksizm’in değersizleştiğini, sosyalizmin imkansız olduğunu, işçi sınıfının iktidarı alabilecek güçte-yeterlilikte olmadığını veya devrimin gereksiz olduğunu söyleyebilir ki?

XXI. Yüzyılın Sosyalizmini İnşa Etmek…

Bize umut verecek somut bir örnek mi lazım? Mesela sosyalist sistemin işlediği veya böylesi bir yaşamın mümkün olduğunu gösteren örnek bir ülke?

Lenin Bolşevik bir örgütlenmenin çatısı altında bir araya gelmiş bir avuç devrimci ile yola çıktığında da; milyonlarca kilometrekare toprağa yayılmış, milyonlarca farklı inanç ve ulustan insanlara göstereceği somut bir örnek yoktu. Dünyanın hiçbir yerinde sosyalist bir coğrafya yokken, üstelik yaşanmış en yakın örnek olan Paris Komünü (18 Mart-28 Mayıs 1871) başarısız olmuşken, dünya üzerindeki Marksistlerin %90’ı oportünist fikirlerin peşinden giderken[3], devrim yapmayı hedefledikleri ülkede kendine Marksist diyenlerin yarısı geleneksel-pasifist-oportünist bir çizgide sınıfın zararına çalışırken[4], kendine devrimci diyenlerin %90’ı[5] vurucu gücünün, duyulmuş adının, mücadele geçmişinin, iktidar tarafından açıkça hedef alınışının sarhoşluğu ve rehavetiyle Bolşevikleri ciddiye almazken; bugün yaşayan tüm Komünistler için umudun adı olan Ekim Devrimi’ni gerçekleştirmişlerdi…

Öyle düşmana on defa, yüz defa, bin defa vurarak; ancak bir vurduğunda on defa zarar görerek değil. Bir defa vurup; değil sadece devrim yaptıkları ülkede, yankısını tüm dünyada duyurup-hissettirerek ve tüm ezilenlerin umudu olarak…
Akıl bize “ya sosyalizm-ya barbarlık” derken… Tarih bize “tek yol devrim” derken… Vicdan bize “ezilenlerin ve insanlığın tek kurtuluşu” derken… Marksist yöntem “Zafer işçi sınıfı öncülüğünde mücadele eden ezilenlerin olacak” derken… Dünya üzerinde yaşanmış tüm devrimler ve yaşamış tüm devrimciler bize yol gösterirken… Tüm göstergeler ezilenlerin her geçen gün arttığını dile getirirken… Gözleri olan herkes, ezilenler yalnızlaştıkça-azaldıkça-eksildikçe; ezenlerin daha da saldırganlaştığını kavrarken… Ezilenleri bölmek ve birbirine düşürmek için savaşlar ve kulaktan dolma düşmanlıklar yaratılırken… Ezilen sınıftan olan ve ulaşmadığımız her insan; ya kimlik bunalımına düşüp yalnızlaşır yahut karşı devrim saflarında örgütlenirken…  Hepsinden önemlisi; en suskun zamanlarda dahi insanların ruhu isyan ederken ve kulak kesildiğinizde toplum “artık yeter” sözlerini haykırırken bu coğrafyanın devrimcileri; kendilerini motive etmek için yahut harekete geçmek için daha somut bir şey aramasınlar…

Yunanistan, İspanya yahut dünyanın başka bir coğrafyasından getirilecek herhangi bir örnek gerekmez; bize bu coğrafyada yoğrulmuş Marksist-Leninist yöntem yeter…

Mahir Çayan’ın dediği gibi; “Biz Marksizmi, dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için öğrenmiyoruz. Biz bu günün Türkiye’sinde devrim yapmak için öğreniyoruz”[6]… Hangi yüzyılda yaşıyor olursak olalım; emperyalist-kapitalizmin hâkim olduğu bir dünyayı Marksist yöntemle okur, Leninist yöntemle müdahale ederiz… 

Alacak-verecek çoğaldı, yarına olan mücadele borcumuzu ödemenin vaktidir; görev bir an önce Marksist külliyatı kavrayıp sağlam adımlarla harekete geçmektir. 

Genç Çayanist



[Grafik: 1] Hikmet Kıvılcımlı, Dev-Genç Seminerleri, Sayfa 14, Köxüz yayınları
[1]
Ki bir takım “Marksistler” çağa ayak uydurabilme kaygısıyla “post-Marksizm” adı altında ucube fikirler ortaya atmadılar değil. Biz Marksizm’in gelişmesine elbette karşı değiliz, Marksizm elbette ki kendini geliştirmeye devam edecektir; ancak Marksizm’in başına-sonuna bir şey ekleyecek kadar değişebilmesi için 

1. İnsanlığın Kapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldırması ile birlikte başlayan sönümlenme sürecinin tüm dünyada hakim olması
*Kapitalizmin insanın doğasında yarattığı tahribatın ortadan kalkması...
2. insanın sırtındaki son kene, son kambur olan devletin sönümlenerek özgür insanın var olması gerekmektedir. 

O güne dek insanlar, toplumun en alt tabakasında yer alan ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçi sınıfının ideolojisinin öncülüğünde; sömürenlerin elindeki mevcut devlet mekanizmasını ele geçirmek, iktidarı sömürülenlere kazandırarak devletin tarihsel misyonunu değiştirmek, sömürenleri baskı altında tutacakları Proletarya Demokrasisini (yani gerçekten çoğunluğun demokrasisini) sürdürecek, mevcut sömürücü kalıntıları ortadan kaldırana dek uzun bir sönümlenme süreciyle bürokrasi ve düzenli ordu gibi aygıtları da ortadan kaldırarak insanlığı gerçek özgürlüğe kavuşturana dek Marksizme en orijinal haliyle (derinleştirip zenginleştirmek şartıyla) ihtiyaç duyacaklardır.

[2] Marksizm “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” diye tanımlarken; fiziksel, gözle görülür, elle tutulur zincirleri kastetmiyor elbette… Gözle görülmeyen zincirlerle, mesela ceplerindeki kredi kartlarıyla, borçlarıyla ve de zorunluluklarıyla sisteme bağlı, bir bankadan maaş alıp öbür bankaya borcunu yatıran, ayın geriye kalan günlerini ise borçlanarak geçirmek zorunda kalan, özetle; çalışmadan yaşayamayacak olan kesimi kastediyor tam da…

[3]
II. Enternasyonal kafası…
[4] Menşevikler, Sosyal-Devrimciler vs…
[5] Narodnikler ve onların artıkları
[6]    Mahir Çayan, Bütün Yazılar

NEREDEN BAŞLAMALI?

Nereden Başlamalı?

“Genç Komünistlerin görevi Komünizmi öğrenmektir”
Lenin

Sosyalizmi öğrenmeye hangi kitaptan başlamalı? Önce hangisini okumalı?

Bu soru eğitim çalışması yapacak veya hazırlayacaklar için en içinden çıkılmaz sorudur. Çünkü hemen hemen herkes farklı bir kitabın öncelikli olduğuna vurgu yapar ve 4-5 kişiye “hangi kitaptan başlamalıyım” diye soran kişinin kafasını kurcalayan 4-5 farklı kitap ismi vardır artık…

Sonrasında ise bir tercih yapmak gerekir: Huberman’ın “Sosyalizmin Alfabesi” mi? Politzer’ın “Felsefenin Başlangıç İlkeleri” mi? Kerov’un “İlkel Köleci Feodal Toplum”u mu? Marx&Engels’in “Komünist Manifesto”su mu? Lenin’in “Emperyalizm”i mi?

Arkadaşlar bu mesele ortaya klasik bir taslak koyulamayacak kadar zordur. Çünkü ilk önce okunacak kitap aslında okuyucunun kendisiyle ve Sosyalizm’in en çok hangi yönüne ilgi duyduğuna veya bir başka deyişle; en çok hangi yönüyle anlayabildiğine bağlıdır…

Eğer başlangıç için, sosyalizm hakkında; “işçiyle doktor aynı maaşı mı alacak” gibi sorulan (klasik) sorulara cevap verilebilecek kadar bilgi sahibi olmak isteniyorsa Leo Huberman’ın “Sosyalizmin Alfabesi” ideal bir başlangıç kitabıdır.

Eğer sosyalizm, tarihsel süreciyle merak ediliyorsa Zubritski Mitropolski Kerov’un “İlkel Köleci Feodal Toplum” ve “Kapitalist Toplum” eserleri idealdir. Hatta sonrasında Engels’in “Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eseri de rahatlıkla okunabilir.

Eğer sosyalizmin “soyut felsefe” ve “ekonomi-politik” kısmı ilgi çekiyorsa: ve kişi bu tip eserleri okumakta güçlük çekmiyorsa Karl Marx’ın “Alman İdeolojisi Üzerine” eseri ve ardından “Kapital” okunabilir. Bu kitaplara başlamadan önce ise: George 

Politzer[1]’a ithaf edilmiş “Felsefenin Temel İlkeleri” okunursa, sonraki okumalarda kolaylık sağlar. (Felsefenin Temel İlkeleri bilinenin aksine “Sosyalizme Başlangıç Kitabı” değil "Marksist Felsefe'ye - Diyalektik ve Tarihsel Materyalizme - başlangıç kitabı"dır.)

Sosyalizmi öğrenmeye nereden başlamaktan çok; sosyalizmi - devrimi ve mücadeleyi daha iyi kavrayabilmek için hangi kitapları - hangi sırayla okumak gerekmektedir? İşte esas karar verilmesi gereken budur.

Nasıl Bir Yöntem İzleyeceğiz?

Biz ise, pratiğimize faydalı olması için başlattığımız bu teorik eğitim çalışmamızda; yaygın olan okuma biçiminin aksine, tersine bir rota izleyerek; Mahir Çayan yoldaşın yazılarının derlemesi olan “Bütün Yazılar” adlı eserden, hatta ve hatta “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” kısmından sonra başlıyoruz.

Bunu yaparken asla ve asla: “bu kitabın şu kısmı önemlidir, kalanını önemsemeyin” gibi bir şey söylemiyoruz. Aksine kısa zamanda ortak bir bilgi birikimine ulaşabilmek ve aradaki “okuma hızı farkı” gibi faktörleri en aza indirmeyi hedefliyoruz[2]. Kesintisiz Devrim I-II-III; Marksizm-Leninizm’in kavranmasında kolaylık sağlayan bir kılavuzdur ve hareketimizin en temel kaynağıdır.

Bu tarz bir okuma sırası eksik kalınmasına neden olmaz mı?

Hayır, olmaz: bu tarz bir okuma aksine daha avantajlıdır. Türkiye’nin eski tüfek Marksistlerinden Doktor bu konuda şöyle demektedir:
“Kestirme yoldan duru kavrayışa ulaşmak isteyen kişi Marks-Engels’i Lenin’den okur. Çünkü Marks-Engels’te az çok soyut olan perspektifler, Lenin’de somut pratiğin mihenk taşına vurularak uygulanmış ve geliştirilmiştir. Tohumu güç tanıyanlar, ağacını daha kolay tanıyabilirler. 

Hikmet Kıvılcımlı
İşte biz de bu yöntemle bize mücadelemizde kılavuzluk edecek olan bu eserleri: Marx-Engels’ten, Lenin’e, Mahir’e ve İbo’ya doğru değil de tam tersinden; Türkiye pratiğine vurularak uygulanmış teoriden yola çıkarak sırasıyla Lenin’e, Marks ve Engels’e gideceğiz.

Neden önce Mahir’den başlıyoruz?

Arkadaşlar aslında bunun iki temel nedeni var:

Birincisi: toplumsal olarak okuma alışkanlığımızın zayıf oluşu..

Teknolojinin gelişmesi ile insanlığın entelektüel seviyesi ilginç bir şekilde ters orantı izlemiştir.

Örneğin: Marx’ın Kapital eseri 1867 yılında basıldığında ortalama bir işçinin okuyabileceği bir yapıttı. Yani ortalama bir işçi Kapital’i okuyup anlayabilmekteydi.

Oysa günümüzde bir üniversite öğrencisi bile bu eseri okuyup-anlamakta güçlük çekmektedir. Bu teknolojinin ilerlemesiyle; insanlar arasındaki bilgi paylaşımının artması ve nitelikli bilgiye gösterilen ilginin azalması sebebiyledir.

Artık teknolojinin sağladığı kolaylıklar, modern insanın tembelliğinin bahanesi oluvermiş, göz korkutan kalınlıktaki bir kitabı gören modern insana “filmi çıksa da izlesem” duygusu aşılanmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki: insanlık USB vari bir sistemle kendini bilgiyle donatacak bir teknolojiye henüz erişmemiştir.

Nitelikli eylem için, nitelikli bilgi gerekmektedir: Bunun için, bu bilgi karmaşası içerisinden nitelikli olanları belirleyip-seçip-çıkarmak, sonrasında da bunları doğru bir sırayla (ve ne yazık ki kestirme bir yol izleyerek) öğrenmeye başlamak gerekmektedir. Burada kişisel çaba ise en temel rolü oynamaktadır.

İkincisi: grupça okuma hızının yavaş oluşu…

Sebebi ise öyle sosyolojik filan da değil; bilindiği anlamıyla tembelliktir, deminki örnekte belirttiğimiz kişisel çabanın pek gösterilemeyişidir.

Asla ve asla “zamanın olmayışı” veya “başka işlerle uğraşıyor olmak” gibi bahanelerle okumuyor oluşumuz arasında bir ilişki kurulmamalıdır[3].

Bizlerin kişisel veya örgütsel faaliyetler sebebiyle “okuyamadığımız” bu eserler savaş ortamlarında, illegalite koşullarında, hayat kavgasının ve örgütsel mücadelenin içerisinde yazılmış eserlerdir. Yani bilgiye bir “tık” uzaklıkta olduğumuz bu günlerden yıllar öncesinde bin bir zorluklar içerisinde yazılmıştır. Tüm bunların yazılmasının tek amacı ise: sonraki kuşakların gerçekleştirecekleri eylemlere kılavuz olmasıdır. Biz ise bu eserlere “vakit ayıramayarak” tarihsel bir ayıba ortak oluyoruz.

Oysa biz yalnızca “eylem yapmak” için örgütlenmiyoruz. Çünkü biz devrimciler için örgüt yalnızca bir eylem aracı değildir, aynı zamanda bir okuldur!

Bu okulun vazifesi: kadrolarının, geniş halk kitleleri içerisinde yapacağı çalışmalarda, dikta kuvvetleri ile mücadelede ve siyasal yaşantıda karşılaşılabilinecek tüm durumlarda takınılacak tavır ve izlenecek yöntemi belirleyebilmesi için teorik ve pratik altyapısını sağlamaktır. Bu noktada en büyük sorumluluk yine kişinin kendisine kalmaktadır.

Mahir Çayan’ın “Kültür Sorunu Üzerine” adlı makalesine okumak hem eğitimin başlangıcı hem de öneminin kavranması açısından faydalı olacaktır…

KÜLTÜR SORUNU ÜZERİNE

Devrimcinin görevi, devrim için çarpışmaktır, hem de tüm olanakları ile. Büyük ustaların sık sık belirttikleri gibi “Devrim için savaşmayana sosyalist denmez.” Bu nedenle devrimci kendini devrime hazırlamalı, yeteneklerini geliştirmeli uzmanlaşmalıdır, bu da teorik ve pratik çalışma içinde eğitilmekle olur. Yani devrimci teorik eğitim ve bunu pratikle birleştirmek.

Amaç ele geçen her türlü kitabın okunması, ya da entelektüel bilgi edinilmesi değil, belirli bir sıra içinde eğitim yapmak, belirli bir düşmanla savaşmak için, iyi biçimde öğrenim yapmak olmalıdır. Amaç devrimci hareket içinde yer alacak kadroların yetişmesini sağlamaktır.

Her militanın inisiyatifini kullanarak, yenilgi ve başarı alanlarında doğru dürüst kararlar vererek, doğru taktikler ışığında savaşması, genel olarak devrimci teoriyi kavramasına ve bu teoriyi yaratıcı düşünce ile pratiğe uygulamasına bağlıdır.

Devrimci hareketin bir öğrencisinin sağlam eğitimden geçmesi, birbirine bağlı olan ve birbirini bütünleyen iki yolun gerçekleşmesine bağlıdır. Soyut teoriyi öğretmek, kafalara alabildiğince kuru söz sokabilmek, işçi hareketleri tarihini kavratabilmek dünya devrimci hareketin tarihini belletmek,  kısacası genel olarak Marksizm-Leninizm’i ve dünya pratiğini kavratmak. Kendi ülkesinin devrimci hareketinin pratik çalışmasında yer almasını sağlamak, kendi ülkesi koşullarına uyması sonucu, Marksist-Leninist, doğru çizgiyi kavratmak bu savaşın pratiğini vermesini sağlamaktır.

Görülüyor ki kadrolaşma hareketinde, kişinin teorik formasyon durumu çok önemli rol oynamaktadır. Kadronun, yığınların önderi olarak doğru çizgide eylem yapması, bağımsız örgütçü olarak çalışması, bu niteliğine sıkı sıkıya bağlıdır. Eğitimin temel yükünün, bireylerin omuzunda olması kaçınılmazdır.

Öğretmenin, öğrenme için etkin bireysel çalışmanın devrimci bir görev olduğu unutulmamalıdır. Devrimciliğin statik, mekanik bir iş, genel anlamıyla bir meslek değil, bir ruh, bir coşku, bir yurtseverlik duygusu olduğu çıkmayacak biçimde kafamıza kazınmalı. Eğitimin bu ruhun, bu coşkunun bir gereği olarak birinci görev olduğu, benlikte biçimlenmeli.
Ancak o zaman devrimci eğitimin, temelini oluşturan bireysel çalışmalar aksatılmadan yürütülebilir. Ancak o zaman kâğıt üzerindeki devrimci eğitim, üzerine aldığımız kararlar, bürokratik kararlar olmaktan çıkar, somut günlük eğitim biçimine döner.

“Yürüyen devrim arabasına ben de omuz vereyim, benim de payım olsun işte” biçimindeki tutum tümü ile mekanik bir tutumdur. Bu tutum kişiyi edilgenliğe iter. Zor anlarda ise dönekliğe götürür. Sorun arabanın itilme eylemine katılma durumu değil, sorun tüm olanakların seferberliği ve devrim için sorumluluk yüklenebilme sorunudur. Bu da bir yerde devrimci coşkuyu, karşı-devrimci güçlere karşı zorluğu, hıncı gerektirir.

Uzun devrim günlerinde bizi ayakta tutan yıkıcı gücün bu devrimci coşku ve hınç olduğunu bilelim, nasıl silahını yitiren ordu, orduluk niteliğini yitirirse, yurt severlik coşkusu taşımayan devrimci de devrimcilik niteliğini yitirir. Yurtseverlik devrime inanış ve sorumluluk alabilme ve sorumluluktan kaçmama, birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

İyi bir devrimci yenilgi sırasında kendi kendine karar verebilen, kendi kendine sorumluluk yüklenebilen, gevşemeyen kişidir. Yapabileceği görevleri alma ve sorumluluk duygusu daima arkasından bir devrimci gibi davranma olgusunu getirmelidir. Yani sorumluluk duyan kişi, bunu pratiğe derhal uygulamalı, en azından kendini devrime hazırlamalıdır.

Bu da kendi kendini (tabii ki belirli bir merkeziyetçilik ilkesi altında) öğretide ve eylemde eğitmekle olur. Kendisini eğitmeyen, devrim öğretisi ile donatmayan, kendisi pratik çalışmanın içine girmeyen içi boş bir çuvaldan, bayağı bir lafazandan başka bir şey değildir. Eğitimde hareket noktasının ülke ve dünya işçi sınıfı savaşının ana sorunlarının (Politik, ekonomik, ideolojik olarak) incelenmesi ve bunu temel alarak Marksist-Leninist teori eğitiminin yapılması olmalıdır.

“Teorinin dogma değil eylem kılavuzu” (LENİN) olduğunun, ana görevin  “Parti ve gençlik birliği üyelerine, genel bir düşmana karşı mücadeleyi değil, belirli koşullara Marksist-Leninist yöntemlerin uygulanmasını, belirli bir düşmanla savaşmayı öğretmek” (DİMİTROV) olduğunu bilmek ve bunu eğitime temel almak gerekir.

Bireysel eğitim yapan kadrolar sık sık TARTIŞMA-ELEŞTİRİ-ÖZELEŞTİRİ ilkesine başvurmalıdır. Ancak bu yolla konular daha iyi öğrenilebilir.

Önümüzdeki görevlerden birisi Marksizm-Leninizm’i öğretmektir. Bu öğrenimi tamamlayabilmek için belirli bir program içinde çalışmaları yürütmek zorunludur.
Bu da devrim savaşçısı olarak yolu şaşırmadan doğru bir çizgiden yürüyerek kitle çalışması yapacak olan yiğit savaşçıların oluşmasını gerçekleştirmek bakımından öneme sahiptir. Devrimci harekette disiplin, örgüt anlayışı ve sorumluluktan kaçanların arkası karanlık kuyularla doludur. Bu açıdan konunun önemini kavramalı, hareketimizi bu öneme göre ayarlamalıyız.

Mahir yoldaşın bu sözleri üzerine başka bir söz söylemeyi gerekli görmedim. Konuyla ilgili “okunması gerekenler” hakkında tüm linkleri aşağıda sıraladım [4]...


Genç Çayanist



[1] Kitabın yazarı George Politzer değildir. Kitap George Politzer'ın 1935-1936 yılları arasında Paris İşçi Üniversitesi'nde verdiği derslerde öğrencileri tarafından alınan notların bir araya getirilmesinden oluşmuştur.

[2] Teorik Eğitim üzerine ortaklaşa temel bir çerçeve elde ettikten sonra; Sosyalizm’in öğrenilmesi ve kavranabilmesi için daimi olarak okumalarımızı sürdürmeliyiz. Bir mesele hakkında birden çok kaynaktan faydalanmalıyız, örneğin Faşizmi; hem Dimitrov’dan, hem Togliatti’den hem de diğer yazarlardan okumalıyız…

[3] Aslında bu yalnızca biz gençler için değil, aynı zamanda günümüzdeki birçok örgütün kadrolarının “teorik yetersizliği” için de bir gerekçe olarak ortaya atılmaktadır.

[4] Linkler:



MAHİR ÇAYAN
# Bütün Yazılar (Eriş Yayınları)

*Kültür Sorunu Üzerine - Son Gençlik Hareketleri Üzerine -  Makaleleri Eriş Yayınları’nın bu basımında yer almamıştır. Bu makalelere Boran Yayınevi’nden yayınlana “Bütün Yazılar” kitabından ulaşabilirsiniz…

Ek1: Bütün Yazılar (Boran Yayınevi) http://www.ozgurluk.info/kitaplik/pdf/ButunYazilar.pdf

Ek2: Durum Değerlendirmesi (12 Mart sonrası)




İBRAHİM KAYPAKKAYA
# Seçme Eserler

Kemalizm Üzerine: Son linkteki “Özetleyelim” başlığı özellikle okunmalıdır






LENİN
(1870-1924)
# Ne Yapmalı (1901)

# Bir Adım İleri - İki Adım Geri (1904)
#Örgütlenme Üzerine (1902)

# Devlet ve Devrim (1917)

# Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (1917)

# Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği (1905)

# Sosyalizm ve Savaş

# Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi (1917)

# Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı

MAOİZM
# Seçme Eserler I – II – III  (1960)



KARL MARX

(1818-1883)

# El Yazmaları (1844)

# Feuerbach Üzerine Tezler (1845)

# Alman İdeolojisi (1846)

# Fransa'da Sınıf Savaşımları (1848-1850)

# Louis Bonaparte'ın 18.Brumaire'i (1853)

# Kapital (1867)

# Fransa'da İç Savaş (1870-1871)

MARX & ENGELS

# Komünist Parti Manifestosu (1848)

F. ENGELS
(1820-1895)

# Anti Dühring (1876)

# Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (1884)

DİĞER KAYNAKLAR

# Düşünce Tarihi - Orhan Hançerlioğlu

# İlkel Köleci Feodal Toplum/Kapitalist Toplum - Zubritski Kerov

# Hikmet Kıvılcımlı

# Saflarımızdaki Hatalı Eğilimleri Düzeltelim – Devrimci Gençlik (1976)

# Kadrolar